Ana içeriğe atla

Heptapodlar—Aborjinler*

Bilim kurgu filmleri temel bilimler (özellikle fizik) açısından bariz hatalı şeyler gösterir çoğu zaman. Başarılı kurgular olsalar da içlerinde pek bilim olmaz. O yüzden fantezi türüne daha yakın olur birçoğu. Fakat son yıllarda bu hatalar azalıyor. Misal, atmosfer yoksa sesin de olmayacağı anlaşıldı nihayetinde.

Bilim kurgu türünün klasik temalarından "Dünya'ya gelen uzaylılarla ilk karşılaşma,” son zamanların ses getiren filmlerinden biri olan Arrival’da zaman, dilbilim ve iletişim üzerinden kurgulanmış. Nesnel varlıklarla kültürel varlıklar arasındaki o kategorik çizginin belirsizleşmesi sanırım pek görmediğimiz bir şey. Hoş olmuş.

Hoş derken fikri ve kurgusu hoş ama dilbilim ve iletişim teorileri açısından film daha derin ve bilgi verici yapılabilirmiş gibi geldi bana. Filmin kurduğu dil-zaman ilişkisi, kurgu olarak hoştu ama filmde güdük bırakılmış çok acayip bilimsel bir yönü de var bu mevzunun.

İlklerin günahı olmaz diyelim. Öyle görünüyor ki bilim kurguda özellikle yapay zeka ile başlayan ve şimdilik çoğu örnekte bu alana sıkışmış görünen sosyal bilimler merakı çeşitlenip büyüyecek.

FANTEZİ—BİLİMKURGU

İyi bir bilim kurgunun sosyal-felsefi bir aksı her zaman olmakla birlikte, kastetmeye çalıştığım şey, sosyal bilimsel bir iddianın fanteziye kaçmadan kurgusal olarak ileriye götürülmesi. Beyazperdede bilimsel olasılık sınırları içinde ileriye taşınmış bir sosyal fenomen görmüyoruz genellikle. Teknoloji hep galebe çalıyor.

Ama Arrival'da dil-zaman ilişkisi, modasının çoktan geçtiği düşünülen ya da savunanlarca bile çoğu zaman doğru anlaşılmayan Sapir-Whorf hipotezi bağlamında bilim kurgulaştırılmaya çalışılmış. Sonuçta iyi ve farklı bir fantezi ortaya çıkmış. Hatta film bu fanteziyi bir kurgu hilesiyle ana karakter gibi deneyimletiyor bize. İşte bu, bilim kurgulaştırılaymış keşke diyorum. Can alıcı nokta vahiymiş gibi yapılınca, ne bileyim, fantezi kalmış.

Ayrıca, Robinson Crusoe’un bir cuma günü canını kurtarıp “gönüllü köle”si ettiği yerliye onun bir ismi olup olmadığını sormadan Cuma ismini vermesi gibi, ziyaretçi uzaylı türe ahtapottan (sekiz ayaklı) mülhem Heptapod (yedi ayaklı) ismini, filmde görülen uzaylı çiftine de 1940’ların meşhur komedyenleri olan Abbott ve Costello isimlerini veriyoruz. Bu komedyenlerin esprilerinin en karakteristik özellikleri ise iletişimsizlik ya da iletişim kazalarıdır. İsimlendirmeler manidar.

Uzaylılarımızın dilinde silah, araç/teknoloji ve dil aynı kavram, dikkatinizi çekerim. Kavramlar önemlidir. Benim uzmanlık alanım da dil, özellikle kavram oluşumu, edinimi ve kullanımı. Yazının buradan sonrasına “fantezi”yle değil “bilim”le devam edeceğiz.

ZAMAN—MEKAN

“İnsan, nesnel dünyayla algısal olarak dolaylı, sosyal dünyayla ise zihinsel olarak doğrudan bağlantılıdır” demiştim bir makalemde: “Algısal dünyaya yönelik davranışlar, sosyal dünyadaki zihinsel temsiller aracılığıyla başlatılmakta, sürdürülmekte ve sonlandırılmaktadır.” Bu, benim akademik mottolarımdan biridir.

“İnsan, zihinsel temsilleri üzerinden nesnel dünyaya yönelir, sosyal dünya üzerindense zihinsel temsillerini anlamaya başlar.” Yani bizim gerçekle ilişkimiz hem sosyal hem biyolojik olarak dolaylıdır, dönüştürülmüştür, temsilidir. Zaten biz insanlar, gerçekten gerçeği bilebilmek için zihinsel temsillerimizi bilimle terbiye etmemiz gerektiğini kavramış bir türüz. Marx’ın dediği gibi, mealen, “gerçek, gördüğümüz şey olaydı; bilime gerek kalmazdı.”**

Rusya kökenli ABD’li psikolog Boroditsky, benzer bir yaklaşımdan hareketle şu soruyu soruyor: Görmediğimiz, dokunmadığımız, tatmadığımız zamanı nasıl temsil ederiz? Bu, basit gibi görünen ama bilimsel olarak zor bir soru. Çünkü zaman diye düşündüğümüz şey tek başına fiziksel bir şey değil. Fizik bize “zaman yok, algı yalan” diyor. Modern fizikte (Einstein’a göre) zaman, mekanın soyut bir boyutu.

Boroditsky’nin sorusuna geri dönelim. Bizler, soyutlama ve sembolleştirme yapabildiğimizden (tahminen Einstein’dan 100.000 yıl evvelden) beri zamanı mekan üzerinden temsil etmekteyiz. Mekan için kullandığımız kavramları zaman için de kullanırız. Daha doğrusu, zamanı zaten bir mekan olarak temsil ve hatta tasvir ederiz: “Uzun ince bir yol,” “iki kapılı han.”***

SAĞ—SOL

Mesela biz Türkiyeliler için zaman soldan sağa akar. Takvimlerimiz böyledir. Ama bir Arabistanlı için zaman sağdan sola akar, takvimleri de öyledir. Yazı yönü, zamanın yönü olmuştur.

Sağ ve sol yön kavramları üzerine düşünelim. Memleket haritasını karşıma aldığımda benim solum memleketin sağı yani batısı, benim sağım memleketin solu yani doğusu oluyor. Amfilerde de bununla çok yüzleşirim. Ben “sol tarafa lütfen” diye seslenip soluma doğru yürüdüğüm zaman öğrenci arkadaşlar bir tereddüt yaşarlar. Onlara göre çıkardığım ses ile hareket yönüm çelişkilidir. Çünkü sağ-sol kavramları kişi merkezlidir.

Boroditsky, bu fenomeni araştırmaya karar veriyor. Farklı şeylerin zaman içindeki (bakınız mekan analojisi yaptım) değişimlerini gösteren basit kartlar hazırlıyor. Mesela bir kartta bir tohum, bir başkasında bir fidan, bir diğerindeyse bir ağaç olsun. Bunları sıraya dizmeleri için İngilizce ve Rusça konuşanlara veriyor. İngilizce ve Rusça konuşanlar tohumu kendi sollarına, fidanı ortaya, ağacı ise sağlarına koyuyorlar. Yani değişimi soldan sağa doğru temsil ediyorlar.

Arapça konuşanlar ise bu kartları aynı sırayla ama sağdan sola doğru diziyorlar. Bu, Boroditsky’nin beklediği bir şey. Şimdi bu hipotezi dillerinde sağ-sol kavramı olmayan bir halkla test etmek istiyor: Aborjinler!

DOĞU—BATI

Avustralya’nın yerlileri olan bu halkın birçok kabilesi, hala kadim yaşam biçimlerini sürdürüyor. Boroditsky, katılımcı gözlem ve birçok test yapmak için onlarla birlikte yaşıyor bir dönem. Sözünü ettiğim kartları Aborjinlere de sunuyor. Ancak Aborjinlerin kimi sağdan sola, kimi solda sağa, kimi yukarıdan aşağıya, kimi aşağıdan yukarıya, kimi çapraz şekillerde farklı yönlerden diziyor. Sıralama, Rusça, İngilizce ya da Arapça konuşan insanlarınkiyle aynı ama yön rastgele gibi görünüyor.

Bilimde rastgelelik (bilinemezlik değil), çaresiz kalan biliminsanının hüsnükuruntusudur. Boroditsky, bu rastgele görünen şeyin bir açıklaması olacağından emin ama işin içinden çıkamıyor. Günler geçiyor, istatistiksel olarak anlamlı hiçbir örüntü yakalayamıyor. Sonra bir gün jeton düşüyor. Boynunda bir pusula var. Ama Aborjinlerin hiçbirinin pusulası yok. Kendisinin pusula taşıma sebebi kaybolmamak. Aborjinlerin pusula taşımama sebebi ise zaten kaybolmamaları.

O anda beş yaşındaki bir Aborjin kız çocuğuna yakın. Hemen sesleniyor ona: Doğu ne taraf? Çocuk, hiç düşünmeden, eliyle işaret ediyor. Boroditsky’nin doğunun ne taraf olduğuna dair en ufak bir fikri yok. Pusulasına bakıyor, çocuk haklı! Sonra başka bir Aborjine başka bir yön soruyor, sonra başkasına başka bir ara yön. Hepsi tak diye biliyor.

GÖRECE—MUTLAK

Aborjin dilinde sağ-sol kavramları yok ama çok çeşitli ve hassas coğrafi yön kavramları var. Bir Aborjine “çatal tabağın ne tarafında” diye sorarsanız, tabağa yerleştireceğiniz bir pusulaya göre çatalın hangi coğrafi yönde olduğunu söyleyecektir, mesela kuzeybatısında diyecektir, solunda demeyecektir. Dolayısıyla tabak ve çatalın Dünya üzerindeki konumuna göre çatal tabağın farklı yönlerinde olabilir.

İşte rastgele görünen kart sıralama yönünün açıklaması bu. Tüm Aborjinler, kartları doğudan batıya doğru sıralamaktadırlar. Aborjinlere göre zaman, Güneş’in görünen hareketindeki gibi, doğudan batıya doğru akmaktadır. Aborjinlerin mekan ve dolayısıyla zaman temsilleri kişi değil Dünya merkezlidir, göreceli değil mutlaktır.

Konuşmalarımda, derslerimde katılımcı arkadaşlara bu konuyu anlatırken “şimdi herkes gözünü kapasın lütfen ve sol kolunu kaldırsın” derim. Hata yapan neredeyse olmaz. “Peki şimdi tekrar gözlerimizi kapayalım ve güneydoğuyu gösterelim” dediğimde ise salonda tam bir karışıklık oluşuverir. Biraz zaman sonra kendi aralarında tartışmaya başlarlar. Güneydoğuyu doğru bilen arkadaşların arasında—mesela—vakit kaçırmadan namaz kılanların yanlış bilenlere nazaran çok olduğunu tahmin ettiğimi söylediğimde ise gülüşmeler olur.

Kültür, zihinsel temsillerimizi işte böyle derinden etkiler. Gerçek dediğimiz şeyse bu temsillerdir çoğu zaman. Bilim mi? Bilim kurgudan daha bilim kurgudur.

* Yıldız, T. (2017, Şubat 27). Heptapodlar—Aborjinler. Gazete Duvar. http://www.gazeteduvar.com.tr/analiz/2017/02/27/heptapodlar-aborjinler/ adresinden erişildi.
** “All science would be superfluous if the manifest form and the essence of things directly coincided.” K.Marx, Capital III.
*** Aşık Veysel

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye'de yapay zeka (Video)

  Eğitim Gündemi Moderatör:  İbrahim Hakan Karataş Konuk: Tolga Yıldız İlke Vakfı  aracılığıyla

Steven Pinker'in Boş Sayfası*

Harvard'lı profesör Steven Pinker'in çağımızda insan doğasının nasıl çarpık anlaşıldığından ve bu duruma biliminsanlarının nasıl katkılar sağladığından uzun uzun dem vurduğu kitabı Boş Sayfa, öyleymiş gibi bir ağırlığa sahip görünse de, aslında bir genetik-çevre tartışması kitabı değil. Bu kitap, genetik literatüründeki son 50 yıllık olumlu değişimin halen nasıl görmezden gelindiğinin -biraz da muhafazakar bir üslupla- altını kalınca çizen, eğlenceli bir kitap. Boş Sayfa Steven Pinker Çeviri: M. Doğan Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2010 * Yıldız, T. (2013). Steven Pinker'in Boş Sayfası. Altüst, 9 , 63. ( .PDF )

Gazete Duvar ile röportajımız*

Soldan sağa: Batuhan Saç, H.Şeyma Kara, Tolga Yıldız, Neslihan Oğuz "İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünden Hatice Şeyma Kara ve Neslihan Oğuz, hocaları Tolga Yıldız'ın danışmanlığında 54-66 aylık 96 çocuk üzerinde 'olumlu sosyal yalan' konusunu araştırdı. Yaptıkları çalışma Türkiye’de ilk örnekti. Yıldız öğrencilerinin başarısını Twitter'da duyurunca Kara ve Oğuz'dan haberdar olduk, çalışmalarını onlardan dinledik." * Röportaj için lütfen tıklayınız .