Modern düşünce, insanı çoğu zaman sabit bir “doğa” ile tanımlar: Rekabetçi, bencil, çıkarcı bir özne olarak. Bu yaklaşım, insanı tarihsel koşullardan ve toplumsal ilişkilerden yalıtarak, evrensel bir özle tanımlama eğilimindedir. Oysa insan doğası, genetik kodlardan ibaret değildir; tarihsel olarak kurulan, kültürel olarak inşa edilen ve ilişkiler içinde gelişen bir oluş sürecidir. İnsan, doğuştan tamamlanmış bir varlık değil, yaşadığı topluluk içinde anlam kazanan, kendini başkalarının bakışıyla yeniden kuran bir faildir.
Bu ilişkisel doğa anlayışı, çağdaş gelişimsel psikoloji ve özellikle Michael Tomasello’nun teorisinde güçlü bir biçimde karşımıza çıkar. Tomasello’ya göre insanın evrimsel tarihindeki en büyük kırılma noktası, yüksek düzeyde işbirliğine dayalı sosyal yaşam kurma kapasitesidir. İnsan türü, yaklaşık 400.000 yıl önce evrimsel olarak ortak niyet geliştirme yetisi kazanarak; 100.000 yıl önce ise kolektif niyet ve kültürel norm üretimiyle, diğer canlılardan farklılaşmıştır. Bu süreçte ortaya çıkan “ahlaki” davranışlar, bireysel içgüdülerin ürünü değil; kalabalıkla birlikte yaşamanın doğurduğu etik düzenlemelerdir.
Bu ilişkisel doğa anlayışı, çağdaş gelişimsel psikoloji ve özellikle Michael Tomasello’nun teorisinde güçlü bir biçimde karşımıza çıkar. Tomasello’ya göre insanın evrimsel tarihindeki en büyük kırılma noktası, yüksek düzeyde işbirliğine dayalı sosyal yaşam kurma kapasitesidir. İnsan türü, yaklaşık 400.000 yıl önce evrimsel olarak ortak niyet geliştirme yetisi kazanarak; 100.000 yıl önce ise kolektif niyet ve kültürel norm üretimiyle, diğer canlılardan farklılaşmıştır. Bu süreçte ortaya çıkan “ahlaki” davranışlar, bireysel içgüdülerin ürünü değil; kalabalıkla birlikte yaşamanın doğurduğu etik düzenlemelerdir.
İnsan yavrusu, diğer primatlara kıyasla çok daha uzun süre bakıma muhtaç kalır. Bu uzun gelişim süreci, yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda sosyal bir gerekliliktir. Vygotsky’nin kavramsallaştırdığı gibi, çocuk ancak başkalarının ilgisiyle, rehberliğiyle ve ortak yönelim pratikleriyle bir birey haline gelir. Tomasello’nun “insana özgü birey oluşsal niş” dediği bu gelişimsel çevre, çocuğun niyetleri anlama, kuralları içselleştirme ve başkasının gözünden kendini değerlendirme kapasitesini besler.
Ahlakın bu ilişkisel temeli, insan doğasına dair köklü bir yeniden düşünmeyi gerektirir. Ahlak, Tanrı vergisi bir içgüdü ya da yalnızca evrimsel miras değil; tarihsel olarak şekillenmiş, kültürel olarak yerleşmiş ve toplumsal olarak paylaşılmış bir normatif sistemdir. Suçluluk, empati, adalet ve yardımlaşma gibi duygular, bireyin değil; kolektif yaşamın üretimidir. Bu üretim, ancak diğerlerinin ne düşündüğünü umursayan, onların gözünden kendine bakabilen bir benlik ile mümkündür.
Bu noktada Tomasello’nun ahlaki gelişim aşamaları önemli bir katkı sunar: 9. ay civarında ortaya çıkan “ortak niyet” ile bebek, başkalarının dikkatini paylaşır; 3 yaş civarında gelişen “kolektif niyet” ile ise çocuk, grubun değerlerini içselleştirerek ahlaki bir özneye dönüşür. Bu dönüşüm, yalnızca kural bilgisi değil; aynı zamanda etik bir kimliğin inşasıdır. Çocuk artık yalnızca “müttefikine karşı doğruyu yapan” değil, “söz konusu kim olursa olsun doğru olanı savunan” bir kimliğe sahip olur.
Bu bağlamda “insan doğası” üzerine yapılan her tartışma, aslında nasıl bir toplumsallık tahayyül ettiğimizin de bir ifadesidir. Eğer insanı rekabetçi ve çıkarcı bir varlık olarak tanımlarsak, eşitsizlikleri doğal, adaletsizliği kaçınılmaz görürüz. Neoliberal ideolojinin dayandığı bu bireycilik, ahlakı da bireysel çıkar maksimizasyonuna indirger. Oysa insan, yalnızca doğaya uyum sağlayan değil; doğayı ve toplumu birlikte dönüştüren bir varlıktır. Bu dönüşüm, ortak deneyim, işbirliği ve etik koordinasyon yoluyla gerçekleşir.
Ahlakın kökeni ve işlevi, bu anlamda yalnızca davranış düzenleyicisi olmakla kalmaz; aynı zamanda bireyin kimliğini, toplumsal pozisyonunu ve grup aidiyetini belirleyen bir kurucu güçtür. “Biz” olmak, ortak değerlerde birleşmeyi gerektirir. Fakat bu birlik duygusu, çoğu zaman bir “onlar” kurgusunu da beraberinde getirir. Ahlaki normların tanımlayıcı olduğu her grup, aynı zamanda bir dışlama potansiyeli taşır. Bu dışlayıcılık, tarih boyunca sınıf çatışmaları, etnik kimlik, dini dogmatizm ya da milliyetçilikle görünür hale gelmiştir.
Bu nedenle ahlak, yalnızca “ne yapmalıyım” sorusuna yanıt aramak değil; “biz kimiz” ve “kiminle yaşamak istiyoruz” sorularına verilen tarihsel ve politik yanıttır. Ahlak, yalnızca bireyin iç sesi değil; tarihsel bir kuşaklar arası konuşmadır. Ve bu konuşma, eşitlikçi olmayan toplumlarda çoğu zaman susturulur ya da tekleştirilir. Oysa gerçek etik düşünüm, başka bir hayatı tahayyül edebilme ve birlikte yaşamanın alternatif yollarını arayabilme çabasını gerektirir.
Marksist psikoloji, bu konuda güçlü bir perspektif sunar. Sovyet psikolog Vygotsky’nin izinden giden bu yaklaşım, insan bilincini toplumsal üretim ilişkileri içinde kavrar. Bireyin neyin doğru olduğuna dair yargısı, yalnızca bilişsel ya da duygusal değil; tarihsel, ideolojik ve sınıfsal bir sürecin ürünüdür. Ahlaki davranış, bu yönüyle yalnızca içsel bir öz düzenleme değil; toplumsal yapının hem ürünü hem de eleştirisidir.
Evrimsel psikolojinin bireyi genetik yazgısına mahkûm eden indirgemeci bakış açısının aksine, gelişimsel ve tarihsel psikoloji insanı ilişkiler içinde oluşan bir varlık olarak görür. Bu fark yalnızca teorik değil, aynı zamanda politik ve etik sonuçlar doğurur. Bir çocuğun göz teması kurması, işaret etmesi, başkasıyla ortak dikkat kurması gibi en temel etkileşimler, yalnızca bilişsel değil; aynı zamanda etik gelişimin de temelidir.
Bugünün dünyasında ise ahlak, hem neoliberal bireycilik hem de otoriter kolektivizm tarafından kuşatılmış durumdadır. Bir yandan birey, çıkar maksimizasyonu peşinde koşan rasyonel bir aktöre indirgenir; öte yandan toplum, ahlaki saflık söylemleriyle homojenleştirilir. Bu ikili baskı, ahlakın asli işlevi olan karşılıklılık, empati ve eleştirel düşünüm kapasitesini aşındırır.
Dolayısıyla bugün yapmamız gereken şey, ahlakı yeniden toplumsal bir yaratım olarak düşünmek; insan doğasını ise sabit değil, tarihsel ve ilişkisel bir oluş olarak kavramaktır. Gerçekten özgür bir doğa, ancak birlikte kurulan, sorgulanan ve dönüştürülen bir doğa olabilir.
Bu metin, 9 Mayıs 2025’te Pangaltı Evim Atölyesinde yaptığım konuşmamın bir özetidir.
Yorumlar