Kayıtlar

Play Review etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Tüm ulusların oyuncuları, birleşin: CAS’ın “Filler ve Karıncalar” yorumu üzerine*

Resim
Yaşar Kemal’in 1977’de yayımlanan Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca’sı, yazıldığı dönemin politik atmosferini aşarak, iktidar mekanizmalarına, sömürünün doğasına ve kolektif direnişin imkânlarına dair güçlü bir alegori sunar. Çocuk edebiyatı formatının sınırlarını zorlayan bu metin, fillerin (zorba iktidar/emperyal güç) karıncalar (emekçi halk/sömürülenler) üzerindeki tahakkümünü, kültürel asimilasyon çabalarını (filce öğrenme zorunluluğu, “her karınca bir fildir” propagandası ) ve bu düzene karşı filizlenen direnişi (Kırmızı Sakallı Topal Demirci ) masalsı bir dille işler. Cihangir Atölye Sahnesi’nin (CAS) Arzu Gamze Kılınç uyarlaması ve yönetimiyle sahneye taşıdığı Filler ve Karıncalar (2025), bu edebi ve politik mirası günümüz seyircisi için yeniden yorumlarken, CAS’ın kendi özgün tiyatro anlayışıyla da dikkat çekici bir diyalog kuruyor. Bu yorum, metnin alegorik yapısını korurken, onu psikolojik gerçekçilikten uzak, ritüelistik ve koreografik bir sahne diline tercüme...

Kukla: Temsil, algı ve gerçeklik*

Resim
Vual Urla’nın huzur dolu zeytinliğinde, ağaçların gölgesinde bir atölye… Birkaç rulo atık kâğıt ve biraz bant. Fiziksel gerçeklik bundan ibaretti. 12. Toprak Sahne Tiyatro Festivali kapsamında, Cengiz Samsun ve Sinem Öztürk yürütücülüğünde, profesyonel oyuncular, amatörler ve tiyatroseverlerden oluşan bir grup, bu basit malzemelerle çalışmaya başladı. Ortaya bir turna ve bir yılan çıktı. Ancak asıl olay, bu figürler hareket etmeye başladığında yaşandı. Birkaç kişinin kolektif bir çabayla, nötr yüzlerle ve adeta tek bir bedene dönüşerek canlandırdığı o buruşturulmuş kâğıt yığını, artık bir kâğıt yığını değildi. Süzülen bir turna, kıvrılan bir yılandı. Fiziksel nesne, algısal bir gerçekliğe dönüşmüştü. O an, atölyedeki herkes için tiyatronun en temel sorusu yeniden canlandı: Gerçeklik nedir ve sanat bu gerçekliği nasıl kurar? Bu yazı, kukla sanatını folklorik bir gelenek ya da küçümseyici bir ifadeyle “çocuk eğlencesi” olarak gören sığ bakışa bir itirazdır. Aksine, kuklanın psikolojik, a...

Kıyametin adım sesleri: Kulağın gör dediği*

Resim
Bizim estetik geleneğimiz söze ve sese, Batı geleneği ise göze ve imgeye dayanır. Biri anlatır, diğeri gösterir. Şâmil Yılmaz’ın yazdığı, Sezen Keser’in yönettiği ve Oğulcan Arman Uslu’nun tek kişilik performansıyla hayat bulan 9/8’lik Kıyamet, tam da bu iki dünya arasındaki sınırda duruyor. Koma Sahne’de prömiyerini yaptığı andan itibaren kulaktan kulağa yayılan bir fenomene dönüşen oyun, seyirciyi geleneksel meddah anlatısının sıcaklığıyla kıyamet sonrası bir distopyanın buz gibi gerçekliğini birleştiren eşsiz bir deneyime davet ediyor. Oyun, bizi yakın bir geleceğin İstanbul’una, iklim krizinin tetiklediği yangınlar, kuraklık ve salgınlarla harap olmuş bir coğrafyaya götürüyor. Bu kaos ortamında, “İzan” adında muhafazakâr bir hareket iktidarı ele geçirmiş, toplum dışına ittiği göçebe grupları ise “Parazitler” olarak damgalamıştır. İşte bu “Parazitler” her gece ateşin etrafında toplanıp hayatta kalmak için birbirlerine ve tabii ki ortak hikâyelerine sığınır. Anlatıcımız Diyar, darbuk...

“Zengin Mutfağı”: Politik bir estetikten nostaljik bir tüketime*

Resim
Vasıf Öngören’in Zengin Mutfağı adlı oyunu, yalnızca Türk tiyatrosunun değil, Türkiye’deki sınıf ve siyaset düşüncesinin sahnede geçirdiği evrimin de sembolik bir aynasıdır. 1977’deki ilk sahnelemesinden 1988 tarihli sinema uyarlamasına, oradan 2018’deki DasDas prodüksiyonuna uzanan yolculuk, yalnızca estetik tercihler ya da oyunculuklarla değil, politik tahayyülün ve seyirci beklentilerinin nasıl değiştiğini de gözler önüne serer. Oyun, 15-16 Haziran 1970 işçi direnişini arka plana alır ve hikâyesini bir burjuva evinin “arka odası” olan mutfakta kurar. Bu tercih, sınıfsal çatışmanın yalnızca sokaklarda değil, gündelik yaşamın görünmez alanlarında da sürdüğünü gösteren çarpıcı bir dramaturjik karardır. Öngören’in kaleme aldığı Zengin Mutfağı, sadece bir dönem tablosu değil; sınıf mücadelesinin suskunluk, bağlılık, jest ve dil gibi mikro formlarla nasıl işlediğini anlatan bir yapıttır. Lütfü Usta karakteri, efendisine sadakatle bağlıyken sınıfına karşı sorumluluğunu da hisseden, bu geri...

Ayağını taşa değdiren derviş: “Kalabalık Duası”nda Melamilik, yalnızlık ve şehrin sırrı*

Resim
“Ben melamet hırkasını/Kendim giydim eğnime/Ar ü namus şişesini/Taşa çaldım kime ne//Gah çıkarım gökyüzüne/Seyrederim alemi/Gah inerim yeryüzüne/Seyreder alem beni.” Kul Nesimi Kalabalık Duası, izleyicisini kendi ayak izinde yürümeye davet eden bir oyun. Ne dışavurumcu bir gösteri, ne de postmodern bir alaycılık. Aksine, ayağını İstanbul’un taşına değdirerek tereddütle ilerleyen, devinimiyle düşünen bir anlatıcının ritmini takip ediyoruz. Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’nın bu tek kişilik yapıtı, sezgisel derinliği kadar yalın sahne diliyle de öne çıkıyor. Güray Dinçol’un yönetmenliğinde sahneye taşınan ve Volkan Çıkıntoğlu’nun yazdığı metin, uzun bir iç monoloğun ete kemiğe bürünmüş hâli. Tolga İskit’in performansı ise söze dönüşmemiş bir hafızayı, bedenin diliyle görünür kılıyor. Oyunun merkezindeki anlatıcı, ne tam bir meczup ne de apaçık bir bilge. Modern kentin yorgun tanığı, kendi belleğinin sokaklarında dolaşan bir flanör. Kostümüyle, bedensel ritmiyle ve zaman zaman mizanseni bi...

Şahika Tekand’ın “Ölüyor Mu Ne?” oyununda biçim, güç ve kriz*

Resim
Şahika Tekand’ın “Ölüyor mu ne?” adlı yapıtı, Studio Oyuncuları’nın otuz yılı aşkın süredir geliştirdiği performatif tiyatro disiplininin en yetkin ve rafine örneklerinden biri olarak sahneye çıkıyor. Oyun, Tekand’ın yıllar içinde sistematik biçimde inşa ettiği Performative Staging and Acting Method’un neredeyse mekanik bir kusursuzluğa ulaştığı bir düzlemde sergileniyor. Her sözcük, jest, bakış ve pozisyon, önceden belirlenmiş bir ritmik düzene göre işler. Ortaya çıkan yapı yalnızca bir tiyatro metninin sahneye aktarımı değil; biçimsel, hatta geometrik bir düşüncenin, sahnede yüksek sanat biçimi olarak sınanmasıdır. Ancak biçimin bu denli merkeze yerleştirilmesi, oyunun tematik katmanlarında paradoksal bir boşluk hissi de doğurur. “Ölüyor mu ne?”, bir yandan Batı’nın antik mitolojisi ve modern absürd tiyatro kanonuna güçlü göndermelerle bağlanırken, diğer yandan güncel sosyopolitik gerçeklikten uzaklaşma riskini taşır. Bu yazı, Tekand’ın forma dayalı rejisinin olanaklarını ve sınırlıl...

Tiyatronun tutmayan ayarı:
 "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" uyarlamasına dair notlar*

Resim
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Türkiye’nin modernleşme sürecine dair kolektif bilinçdışının ironik ve alegorik bir kaydını tutar. Bu çok katmanlı metnin sahneye uyarlanması, hem heyecan verici hem de yapısal açıdan oldukça riskli bir girişimdir. Serdar Biliş’in rejisiyle sahneye taşınan eser, Serkan Keskin gibi güçlü bir oyuncunun varlığıyla seyirciye umut verici bir buluşma vaat etse de, izlediğim 16 Mayıs Harbiye temsilinde bu vaadin tam anlamıyla karşılanamadığına tanık oldum. Bunun başlıca nedeni, Tanpınar’ın tiyatral olarak zengin ama yapısal olarak kırılgan edebi evreninin, sahne düzenine aktarıldığında kendi ağırlığı altında çökme riski taşıması. Bu temsilde ne yazık ki olan da buydu. Tanpınar’ın romanı, Hayri İrdal’ın yaşamını temel alarak Türkiye’nin tarihsel ve zihinsel dönüşümünü simgeler. Bu dönüşüm, düşsel ve büyülü bir geçmişten, modernleşmenin çarpık tezahürlerine uzanan bir rotada ilerler. Her ne kadar diğer romanlarına kıyasla Saatleri Ayarlama En...

Bağımsızlığın bedeli, kurumsallığın ezberi: Türkiye’de tiyatronun sahne arkası*

Resim
Türkiye’de tiyatro sahnesi, yalnızca oyunların değil; aynı zamanda emek ilişkilerinin, sınıfsal konumların, kültürel dönüşümlerin ve politik tercihler ile çatışmaların da sahnelendiği çok katmanlı bir alandır. "Bağımsız tiyatro" adıyla çoğalan sahne yapılarının artışı ilk bakışta bir kültürel canlılık gibi görünse de, bu çoğalmanın arkasında neoliberal kültür ekonomisinin dayattığı güvencesizlik, yarı-profesyonelleşmiş üretim ağları ve estetik riskten büyük ölçüde arındırılmış repertuvar tercihleri yer alır. Bu yazı, Türkiye’de tiyatro üretimini sürdüren hem bağımsız hem de kurumsal yapıları, tiyatro işletmeciliğinin ekonomik sıkışmalarını, televizyon ve dijital platformların yapısal etkilerini, tek kişilik oyunların ekonomi politiğini ve tiyatro eğitimindeki kurumsal boşlukları teorik bir çerçevede ele almaktadır. Eleştirinin odağında ise tiyatronun "özerklik" ile "devamlılık" arasında sıkışan varlık koşulları ve bu sıkışmanın sanatsal nitelikler üzerinde...

“DIKŞIN – Büyük Şans” ve iktidarın temsil mekaniğine sabotaj*

Resim
Tiyatronun modern krizine dair tartışmalar, uzun süredir temsilden çok daha fazlasını içeriyor. İzleyiciyle kurulan ilişkinin doğası da bu krizlerin merkezinde. Artık sahnede “ne anlatılıyor?” sorusu kadar “nasıl anlatılıyor?” ve bu anlatımın izleyenlerin bedenleri ve etik sezgileri üzerindeki etkisi de masanın görünür yerlerinde. Estetik ile siyasetin kesişiminde sahne artık yalnızca bir hikâye anlatma alanı değil; iktidarın, direnişin, arzunun ve hafızanın sahnelendiği bir düzlem olduğu su yüzeyine çıkıyor. Moda Sahnesi’nin sahnelediği DIKŞIN – Büyük Şans da tam bu düzlemden doğuyor. Şiddet ile gülme arasında gidip gelen bu yapıt, otoriter estetik ile teatral gösteri arasındaki ittifakı ifşa ediyor ve seyircisini hem duyusal hem de etik olarak içine çeken bir karşılaşmaya davet ediyor. Fildişi Sahilli siyah yazar Koffi Kwahulé’nin kaleme aldığı ve Kemal Aydoğan’ın sahneye koyduğu oyun, kısa sürede metnin sınırlarını aşarak bir bedene, ritme ve taşkınlığa bürünüyor. * Yıldız, T. (2025...

Açık kapının ardındaki yüzleşme: 'Nora 2' üzerine bir inceleme*

Resim
Tiyatroda bazen tek bir nesne, tek bir jest, tüm bir hafızayı sahneye çağırmaya yeter. Bahçe Galata’nın sahnelediği Nora 2, tam da böyle bir çağrı: Geçmişten bugüne açılmış bir kapının eşiğinde duran Nora (Tülin Özen), yalnızca kendi hayat hikâyesine değil, aynı zamanda patriyarkal aile yapısının kadim hayaletlerine seslenir. Henrik Ibsen’in 1879 tarihli Bir Bebek Evi oyununda evini terk eden Nora’nın, on beş yıl sonra geri dönmesini konu alan bu yeni metin, bir devam oyunu olmaktan çok, bir travmanın yankısı olarak sahneye yerleşir. Bu dönüş, bir zamanlar çarpıcı bir özgürlük eylemi olarak sunulan terk edişin bedelini hem kişisel hem de toplumsal düzeyde yeniden düşünmeye zorlar. Ibsen’in Nora’sı, Bir Bebek Evi’nin finalinde, bireysel hakikatini aramak uğruna evini ve çocuklarını terk ederek, dönemin ahlaki değerlerini altüst etmişti. O sahne, Avrupa modernizminin kadın öznesine dair en simgesel kırılma anlarından biriydi. Nora 2 ise o kırılmanın dibe çökmüş tortularıyla başlar. Yılla...

Panik atak: Kozmik Korku’nun ironik vaazı*

Resim
Dünya gözlerimizin önünde parçalanırken sessiz kalmak, yalnızca psikolojik bir donukluk değil; aynı zamanda bilinçli bir politik körlüğün ifadesidir. Tam da bu noktada Kozmik Korku—ya da Brad Pitt’in Paranoyaya Kapıldığı Gün—devreye giriyor. Moda Sahnesi’nin sahnelemesi, Danimarkalı yazar Christian Lollike’in metnini yalnızca ironik bir protestoya değil, aynı zamanda protesto biçimlerine de yöneltilmiş ikinci bir protestoya dönüştürüyor. Ortaya çıkan bu çok katmanlı yapı, yalnızca eylemsizliğimizi değil, eylem fikrine olan saplantımızı da kahkahalarla yerle bir ediyor. Oyun, sahneye taşıdığı kolektif histeri aracılığıyla sadece iklim krizinin felaket senaryolarını değil, bu senaryoları temsil etme biçimlerimizi de sorguluyor. Çağımızın çaresizliğiyle örülü estetik takıntılarımız gözler önüne seriliyor. Bu noktada sahnedeki korku, Lovecraft’ın tekinsiz dehşetinden çok, Freud’un tarif ettiği Ben–Üst Ben–O üçgeninde bölünmüş bir öznenin iç çatışmalarını yansıtır. Karakterler, sahnede adet...