İnsan yalnızca ‘olan’ değil, ‘olabilecek olan’dır*

Evrimsel psikoloji, çağdaş bilimin en cazip ama aynı zamanda en çelişkili anlatılarından birini sunar: İnsan zihni, binlerce yıl önceki çevresel zorluklar karşısında şekillenmiş kalıcı zihinsel modüllerden oluşur ve günümüzdeki tüm davranışlarımızın kökeni bu ilkel uyum mekanizmalarına dayanır. Bu yaklaşıma göre, erkeklerin saldırganlığı, kadınların seçiciliği, ebeveynlik biçimleri, iş bölümü ve estetik tercihler gibi davranış kalıpları, bir zamanlar hayatta kalma ve üreme şansını artırdığı için bugün de bizimle birlikte yaşamaya devam eder.

Ancak bu iddia yalnızca bilimsel bir açıklama değildir; aynı zamanda tarihsel olarak inşa edilmiş toplumsal yapıları “doğal” ve “kaçınılmaz” ilan eden bir yorum rejimi işlevi görür. Evrimsel psikoloji bu haliyle, modern çağın bir tür bilimsel mitolojisi gibi -bugünü, geçmişin genetik zorunluluklarına bağlayarak- açıklamaya ve meşrulaştırmaya çalışır. Mevcut durumu betimleyen iddialardan normatif sonuçlar çıkarır: Kadınları doğal olarak sezgisel, erkekleri doğuştan saldırgan ya da bireyleri bencil göstererek bu özellikleri biyolojik bir kadere dönüştürür.

Bu yaklaşımın merkezindeki bilimsel kriz, insanı bağlamından kopmuş, tarihsiz ve neredeyse otomatik işleyen bir varlık olarak tasvir etmesinden kaynaklanır. Zihin, Pleistosen Dönemi’nde küçük avcı-toplayıcı topluluklar içinde biçimlenmiş, genetik olarak kodlanmış bir yazılım gibi görülür. Oysa bu anlatı, günümüzdeki insan davranışlarını şekillendiren toplumsal ve tarihsel bağlamları büyük ölçüde göz ardı eder.

Evrimsel psikolojinin temel varsayımı, insan zihninin modüler yapısının bu dönemde büyük ölçüde tamamlandığı ve o zamandan bu yana özünde değişmeden kaldığıdır. Bu nedenle, örneğin kıskançlık sergileyen bir erkek, tarih öncesi bir “aldatılma karşıtı algoritmanın” güncel çıktısı olarak yorumlanır. Ancak bu tür iddialar yalnızca bilimsel olarak tartışmalı değil, aynı zamanda siyaseten de tehlikelidir. Erkek şiddeti, kadın sadakatini güvence altına alma yönünde “doğal” bir strateji olarak sunulduğunda, toplumsal cinsiyet temelli şiddet evrimsel gerekçelerle aklanabilir hale gelir.

Daha da önemlisi, evrimsel psikoloji temel bir yöntemsel boşlukla karşı karşıyadır. Eğer bugünkü davranışları tarih öncesi zihinsel modüllerle açıklamak istiyorsa, geçmiş ile bugün arasında işlevsel ve nedensel bir süreklilik göstermelidir. Oysa bu süreklilik deneysel olarak gösterilemez, çünkü zihin fosilleşmez. Atalarımızın zihinsel yapılarını doğrudan gözlemleyemeyiz; geriye yalnızca günümüzden geçmişe doğru kurulan spekülatif çıkarımlar kalır. Bu ise bilimsel açıklamadan çok, bir anlatı üretimi biçimidir.

Gerçekten de evrimsel psikolojinin birçok açıklaması bu tür kurgusal anlatılara yaslanır: Erkekler neden genç kadınları tercih eder? Çünkü gençlik doğurganlık belirtisidir. Kadınlar neden kaynak sahibi erkekleri arzular? Çünkü çocuk yetiştirmek destek gerektirir. Yüzeyde akla yatkın görünen bu açıklamalar, çoğu zaman test edilemeyen varsayımlara dayanır ve açıklamak istedikleri işlevleri en baştan varsayarak hareket eder. Dahası, aynı davranış için birden fazla ve birbiriyle çelişen evrimsel senaryo üretilebilir - bu da teorinin öngörü gücünü zayıflatır: Her şeyi açıklayan bir teori, aslında hiçbir şeyi gerçekten açıklamamış olur.

Yöntemsel sorunların ötesinde, evrimsel psikoloji epistemolojik kör noktalara da sahiptir. İnsan davranışlarını sabit ve evrensel modüllerle açıklama eğilimi, kültürel çeşitliliği gürültü veya sapma olarak görür. Bu yaklaşım, toplumsal cinsiyet rolleri, aile yapıları ya da estetik yargıların toplumlar arasında nasıl farklılık gösterdiğini sormaz; bunların sözde biyolojik kökenlerini arar. Böylece Batılı, orta sınıf, kentsel erkek normları evrensel insan doğası olarak sunulur ve bilimsel nesnellik maskesi altında etnosentrizm yeniden üretilir.

Oysa zihin yalnızca bireysel bir kapasite değil, tarihsel ve toplumsal olarak kurulan bir süreçtir. Vygotsky’nin psikolojinin yöntemsel krizine dair eleştirisinde vurguladığı gibi, tecrübe yalnızca doğanın ürünü değil, doğanın tarihsel olarak yorumlanma biçimiyle şekillenir. Psikoloji, doğa bilimlerinin yöntemlerini taklit etmek yerine, kendi özgül nesnesine uygun yöntemler geliştirmelidir. Aksi halde, evrimsel psikolojide görüldüğü gibi, biyolojinin ve fiziğin mekanik modelleriyle insan tarihini açıklamaya çalışmak, psikolojik yaşamın anlam yüklü karmaşıklığını gözden kaçırır.

Bu krizi derinleştiren bir başka sorun da evrimsel psikolojinin “olan” ile “olması gereken”i birbirine karıştırma eğilimidir. Doğal olduğu varsayılan eğilimler, normatif doğrulara dönüştürülür. Oysa doğa “olan”ın alanıdır; “olması gereken” ise tarih, kültür ve etik tartışmasına aittir.

Bugün evrimsel psikolojiye duyulan ilgi, çoğu zaman onun bilimsel başarısından değil, sunduğu ideolojik konfordan kaynaklanır. Neoliberal düzenin özgür iradeyi sistemsel baskılarla kuşattığı bir çağda, bireysel davranışları kontrol edilemez “doğal” itkilerle açıklamak, politik sorumluluğu görünmez kılar. Cinsiyetçilik, rekabet ya da hiyerarşi gibi olgular kültürel yapılar değil de biyolojik zorunluluklar gibi sunulduğunda, artık mücadele edilmesi gereken adaletsizlikler değil, kabullenilmesi gereken gerçeklikler haline gelir.

Bu noktada daha temel bir soruya geri dönmeliyiz: Psikoloji nedir? İnsan davranışı çevreye otomatik uyum süreçleriyle mi açıklanmalıdır, yoksa tarihsel ve kültürel bağlamlara gömülü anlamlı eylemler olarak mı? Eğer psikoloji psişenin -yani yaşantının ve tecrübenin mekanı olarak ruhun- bilimi ise doğayla sınırlı kalamaz. Tecrübe yalnızca sinir sisteminde değil, dil, kültür ve toplumsal kurumlar aracılığıyla şekillenir. Ve bunlar genetik olarak miras alınmaz; bireysel oluşumun ve kolektif tarihin ürünüdür.

Bu yanlış anlamanın merkezinde, insan bilincinin işaret temelli doğasının kavranmaması yatar. İnsanı diğer türlerden ayıran şey, göstergelere içkin bir bilinç yapısıdır. Dil yalnızca bir iletişim aracı değil; hem özneyi hem de nesneyi inşa eden, üretken bir eylemdir. Bir işaret yalnızca anlam taşımaz; işaret eden ile işaret edilen arasındaki ilişkiyi kurar. Bu nedenle dil, hem düşünceyi hem de dünyayı bina edip yönlendirir.

Vygotsky’nin gelişim teorisinde bu simgesel boyut merkezîdir: Bilişsel gelişim, toplumsal göstergelerin içselleştirilmesiyle gerçekleşir. İnsanlar evrimin pasif ürünleri değil, dil ve kültür aracılığıyla kendilerini ve çevrelerini dönüştüren etkin özneleridir. Bu noktada evrimsel psikolojinin ontolojik sınırlılığı daha da belirginleşir: Psikoloji, insanı doğa bilimlerinin modellerine uydurmaya çalıştıkça kendi özgül nesnesini yitirir.

Dil ve kültürün oluşumu üzerine çalışan Michael Tomasello gibi araştırmacılar, insan zihninin yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda sosyopragmatik bir tarihinin olduğunu gösterir. Bilişsel gelişim, ortak dikkat, taklit, zihin okuma ve simgesel oyun gibi süreçler içinde şekillenir. Bunlar hem tecrübe yapıları hem de insan oluşu kurar. Psikoloji, epistemolojik krizini ancak bu karmaşıklığı hesaba katarak aşabilir. Çünkü insan yalnızca “olan” değildir, aynı zamanda “olabilecek olan”dır.

*Yıldız, T. (2025, Mayıs 29). İnsan yalnızca ‘olan’ değil, ‘olabilecek olan’dır. Evrensel Gazetesihttps://www.evrensel.net/haber/555401/insan-yalnizca-olan-degil-olabilecek-olandir adresinden erişildi.
Bu metin, 23 Mayıs 2025’te Pangaltı Evim Atölyesinde yaptığım konuşmamın bir özetidir.

Popüler Yayınlar